EBU'l-ALA El-MEVDUDİ
10-08-2019
İSLÂM DEVLETİ Mİ YOKSA AYIRIMCI DEVLET Mİ?
SORU: Mevlânâ Hüseyin Ahmed Medenînin "Nakş-ı Hayat" isimli eserinin bazı itiraz edilebilir yerleri hakkında sizinle daha önce yazışma yapmıştım. Ondan sonra, Merhum Mevlânâ Hüseyin Ahmed'in dikkatini diğer bazı ifadelerine çekmiştim. O da gelecek baskılarda itiraz edilebilir yerleri ya tamamen değiştireceğini veya başkalarının o ifadelere İslâmdışı görüşleri yakıştırmaya imkan bulamayacakları şekilde düzelteceğini bana vaad etmişti. Mevlânâ Hüseyin'in bu konudaki cevabı şöyle:
"Seyyid Ahmet Şehid Hazretlerinin gayesinin sadece İngilizleri ülkeden çıkarmak ve laik temeller üzerine bina edilmiş bir devlet kurmak olduğunu iddia ettiğimi söylemek yersiz bir suçlamadır. Bu iddialar bütünüyle gerçeğe aykırı olup, açıklamalarımı görmezlikten gelmektir. Her şeye rağmen, yazdıklarımdan böyle bir sonuca varmak mümkün değildir. Yazdıklarımda başka türlü bir anlam çıkarmaya el-vermeyen ve yanlışlığı hususunda delilleri mevcut olan bir nokta varsa, onun yanlışlığını kabul etmeye hazırım. Hindistan yönetiminin işlediği utanç verici şeyler ortada iken onun Dâr'ul İslâm olduğunu nasıl iddia edebilirim? Ama tefrikacı devletle laik devlet arasında İslâm'ın kabul edebileceği bazı farklılıkların olduğu da bir gerçektir. Hint-Moğol İmparatorluğunu ve tarihi iyice gözden geçirdikten sonra kararınızı veriniz."
Merhum Mevlânâ Ahmed Medenî'nin cevabından, onun; Dâr'ul Küfrü, Dâr'ul İslâm olarak kabul etmediğini öğrenmekle bahtiyar oldum. Ama ne yazık ki, "Nakş-ı Hayat'ın açık ifadeleri ile Mevlânâ Hüseyin Ahmed'in verdiği bu cevap arasında hiçbir uyum yok. Buna da üzüldüm. Bu konuda daha çok yazışma yapılması gerektiğini hissediyorum.
CEVAP: Mevlânâ Hüseyin Ahmed'in en azından mevcut Hindistan devletini Dâr'ul İslâm olarak kabul etmediğini görerek, ben de çok bahtiyar oldum. Hindistan hükümetinin utanç verici işlerinden, kendisinin de ızdırap duyduğunu haber almaktan da memnun oldum. Ancak sizin de ifade ettiğiniz gibi, onun "Nakş-ı Hayat" isimli kitabının bir iki yerinde, değil, çeşitli yerlerinde çok tehlikeli ve saptırıcı düşüncelere yer veriliyor. Bu açıdan bakıldığında, bu görüşten vazgeçildiğine dair açık ve uzun bir reddiye yazmak yerine, kısa bir notla geçiştirilmesinin yeterli olmadığı görülecektir. Mevlânâ Hüseyin Ahmed Seyyid, Ahmed Şehid Hazretlerinin İngilizlere karşı yaptığı savaşın hedefini; "Hindistan'ı bu yabancı milletin (ingilizlerin) pisliklerinden, kötülüklerinden temizlemek, daha sonra da müslumanlarla hinduların birleşerek, uygun gördükleri birini hükümdar seçmeleri idi" diye belirtmektedir. Halbuki, bu görüşünü ispat etmek için ileri sürdüğü Seyyid Ahmed Şehid Hazretlerinin mektubunda, müslüman-hindu ortak devleti diye hiçbir düşünce yoktur. Şah Abdülaziz Dehlevi'nin naklettiği sözlerinden tamamen ters mânâ çıkararak şöyle demektedir:
"Eğer bir ülkede, siyasi iktidar (devlet) müslüman olmayan bir topluluğun elinde, fakat müslüman da kesinlikle bu iktidara ortaksa ve kendilerinin din ve mezhep prensiplerine saygı gösteriliyorsa, o zaman, o ülke Şah Abdülaziz Hazretlerine göre, şüphesiz Dâr'ul İslâm olur. Şeriat açısmdan da müslümanların bu ülkeyi kendi ülkeleri kabul ederek, her çeşit iyi niyet ve dilekleri gösteren davranışları yapmaları kendilerine farz olur."
O bununla da yetinmemekte, aksine Moğol İmparatorluğunun çöküş döneminde durumu düzeltmek için çalışan alimlerin amacının; ülkenin refahı, huzur ve sükunu, güvenliği, zulüm ve haksızlığın ortadan kaldırılması, genel olarak bütün insanların refah ve huzuru olduğunu söyleyerek, o alimlerin devletin müslüman olup olmaması ile ilgili hiçbir düşünce ve tasarıları yoktu şeklinde acayip bir takım iddialarda bulunmaktadır. Bundan daha fazla tehlikeli, bundan daha korkunç ve yanıltıcı olan sözü, Seyyid Ahmed Şehid Hazretlerine atfen yazdığı ve baştan aşağı yanlışlarla dolu olan şu ifadesidir:
"Allah'ın dinini yaymanın (i'layi kelimetullah) vasıtası diğer tebaayı kendisine esir ve mahkûm ederek, belli bir sınıfı (müslümanları) iktidar yapmak değildir. İ'layi kelimetullah'ı yaymanın asıl vasıtası bütün tebaayı iktidara ortak ederek, onların kalplerini İslâm'ın yüce ahlakıyla kazanmaktır."
Bu ifadeler, baştan sona İslâm devleti düşüncesini ortadan kaldırmakta ve ona aykırı düşmektedir. Bu şu demektir:
"Müslümanlarla müslüman olmayanların birlikte yaşadığı toplumlarda İslâm devleti kurmak yanlış değilse bile, mutlaka tercih edilmesi gereken bir yol değildir." Mevlânâ Hüseyin Ahmed, böyle bir devleti İslâm devleti diye adlandıracağı yerde ısrarla "ayırımcı devlet", "zümreci devlet" olarak adlandırmaktadır. Onun nazarında kendisini hâkim ilan edip, diğer tebaayı mahkûm hale getirmek haksızlık değilse de uygunsuz ve yersiz bir davranıştır. Ona göre i'layı kelimetullah için en iyi yol; müslümanlarla müslüman olmayanların ortak devlet kurmalarıdır. Bu devlet her şeye rağmen İslâm devleti olmayacaktır. Sadece, ahlâki değerlerle müslüman olmayanların gönüllerinin kazanılmasına çalışılacaktır.
Bu durumda karşımıza şöyle bir soru çıkmaktadır: Nüfusun yüzde seksen, yüzde doksandan fazlasını gayr-i müslimlerin oluşturduğu dönemlerinde ayırımcı bir devlet kurarak müslümanları hâkim, müslüman olmayanları da iktidara ortak etme yerine mahkûm eden Hulefâ-i Raşidîn'in durumu nasıl izah edilecektir? Hatta ben derim ki, Mevlânâ Hüseyin'in o sözleri, vatandaşları iktidara ortak yapmayan ve katıksız ayırımcı bir İslâm devleti kuran Hz. Peygamber'i töhmet altında bırakmaktadır. Mevlânâ Hüseyin Ahmed, Hz. Peygamber'in Allah'ın dinini yaymanın daha iyi ve daha etkili yolunu bırakarak, daha önemsiz derecede bir yolu seçtiğini söyleyebilecek midir? Mevlânâ Hüseyin Ahmedin sözlerinden ben şunu anlıyorum: Mevlana Hüseyin Ahmed, iktidarı ele geçiren hindularla anlaşmak için işi o raddeye vardırmıştır ki, Sir Seyyid Ahmed Han ve arkadaşları İngilizlerle anlaşmak için bu kadar ileri gitmemişlerdi. Bu tür düşünceler müslümanların İslâm hakkındaki temel görüşlerine varıncaya kadar herşeyi darmadağın eder, bozar. Bu düşünceleri benimseyen bir müslüman, Hindistan laik devletini kuranların, Hz. Peygamber ve Onun sahabelerinden daha insaflı ve daha adil olduğunu düşünecektir. Mevlânâ Hüseyin Ahmed'in bu yaltaklanması, benim gözümde, çok büyük bir cinayettir, zillettir. Ben, onu bağışlaması ve bütün müslümanları böyle yalan yanlış düşüncelerin etkilerinden koruması için Allah'a tazarru ve niyazda bulunuyorum.
SORU: Uzun zamandır zâtı âlinize bir mektup göndermek ve bazı jnemli meseleleri sizden sormak istiyordum, ama gönül huzuru içinde yazabilme fırsatı bulamadım. Ortaya çıkan yeni bir meseleden dolayı derhal bu mektubu yazdım. Önceki gün Tercümanu'l Kur'an'm yeni sayısı geldi. Benim âdetim; gelir gelmez, ilk oturuşta hemen hemen derginin tamamını okuyup, bitirmektir. Bu sayıdaki "Resâil ve Mesâil" köşesinde yazdıklarınızı okuyunca çok üzüldüm. Size mutlaka bir mektup yazayım da duygularımı açıklayayım diye içimden şiddetli bir zorlama geldi.
Ben, Mevlânâ Hüseyin Ahmed Medenî'nin talebesi ve müridiyim. Bu genel ilgiden başka, bazı sebeplerden dolayı, hazretle özel bağlantım ve alakam vardır. İçinde bulunduğumuz devrin bütün alimleri ve şeyhleri içinde en çok saygı duyduğum kimse Mevlânâ Hüseyin Ahmed Medenî Hazretleridir. Benim görerek, tecrübe ederek şahidi olduğum manevi üstünlüklerini, ilim ve ameldeki faziletlerini şu ana kadar hiçbir kimsede görmedim. Fakat bu kadar şiddetli bağlılığa, saygı ve güven duymaya rağmen, hazretin Cemaat-i İslâmî hakkındaki görüşünü imanım ve vicdanım benimsemediği için kabul etmedim. Bunun için de ona olan bağlılığımda herhangi bir fark meydana gelmedi. Şer'î açıdan bir dayanağını bulmadığım sürece hazretin görüşünü kabul etmemekte ve onun Cemaat-i İslâmî hakkındaki görüşlerine katılmamakta serbest olduğuma inanıyorum.
Cemaat-i İslâmî hakkındaki tutumum, Diyobend İslâm Külliyesi'nin bütün mensuplarının tutumuna ters düştüğünden, bazıları bunu kendi hocalarıma başkaldırma kabul etti. İşte bu suçtan ötürü bazılarının yanında hâlâ suçlu ve reddedilmiş bir insanım. Bazılarının yanında da kendisine küsülen, hakaret edilen biriydim. Size hoş görünmek için değil, sadece hakikati açıklamak için arz ediyorum ki, sırf bu suçtan dolayı kâfi derecede dünyevi zararlara da tahammül etmem gerekti. Hâlâ bir çok sıkıntıya katlanmak zorunda olmama rağmen hiçbir üzüntü duymuyorum. Çünkü, şu ana kadar benim hareket tarzım sırf Allah'ın rızasını elde etmek içindir. Bunu imanın bir gereği kabul ediyorum. Her ne ise, bu bir girişti. Demek istediğim şudur: Zâtı âlinize arzetmek istediğim hususlar zümreci bir aşırılıktan değil, doğrudan doğruya dini bir zorunluluktan ve iyi niyetli bir düşünceden kaynaklanmaktadır. Bu birkaç satırı onun için yazıyorum.
Bir süre önce Tercüman'ul Kur'ân'da, Mevlânâ Medenî Hazretlerinin "Nakş-ı Hayat" kitabının bir ibaresi hakkında biri size bir soru sormuştu da siz de ona cevap vermiştiniz. O cevapta hayli sertlik, şiddet ve acı ifadeler bulunuyordu. Birincisi, o soruya siz cevap vermemeliydiniz. İlk cevapta da yazıldığı gibi, soruyu sorana; "o ibarenin ne demek olduğunu Mevlânâ Medenî'nin kendisine sorunuz, söz ona aittir, kendisi açıklasın" diyebilirdiniz. Ama öyle yapmayarak kendiniz cevapladınız ve gereksiz yere ağır ifadeler kullandınız. O cevabı okudum. Bana da yerinde, uygun gelmedi. Ama benim size de saygım ve bağlılığım olduğundan, onu değişik yöne çevirdim, başka türlü yorumladım ve üzüntümü bastırdım. Fakat o günlerde öğrendim ki, Cemaat-i İslâmî ile gayri resmi ilişkide bulunan ve pek çok hizmeti görülen ilim erbabı bir çok kimse bu cevabın üslubuna çok kızmış. Sizin hakkınızdaki kanaatleri değişmeye başlamış ve Cemaat'i korumaktan vazgeçmişler. Onlar, benimle de görüştüler. Hatta, beni, bu konuda size mektup yazarak, gereksiz yere neden bu kadar incitici ifadeler kullandığınızı sormaya zorladılar. Ben o zaman susmayı tercih ettim. Yeni sayıda aynı şeyleri daha da keskin sözlerle tekrarlamışsınız. Mevlânâ Hüseyin Ahmed Medenî vefat ettiği halde, böyle şeyleri kurculamak ve o üslupla yazmak, artık daha da uygunsuz ve yersiz düşmüştür. Genellikle insanlar böyle yapagelmekteler. Siz de, hoca efendiler ve diğerlerinin Cemaat-i İslâmî ve sizin hakkınızda böyle bir yol seçtiklerini söyleyebilirsiniz. Fakat siz bu tür meselelerde başkalarını taklit etmemelisiniz. Siz, bir hak davetçisi olmanız bakımından, çok üstün bir derece ve değere sahipsiniz. Ben öyle inanıyorum ki, bu yazı tarzı sizin üstün şahsiyetinizin çok altındadır. Eğer bu yazınızın altında sizin adınız ve imzanız olmasaydı, ben kendi hesabıma sizin bu seviyeye ineceğinize asla inanmazdım. Hatta, ben öyle inanıyorum ki, biri size bu soruyu göndermiş olsa bile, siz buna cevap vermemeliydiniz. Soru soran kişi, eğer "Nakş-ı Hayat"ın açık ifadeleri ile Mevlânâ Hüseyin Ahmed'in bu cevabı arasında hiçbir uygunluk olmadığından dolayı üzülmüşse, bu üzüntüsünü gidermek için neden sizinle mektuplaşma zorunluluğunu hissediyor. Hazret hayatta iken onunla mektuplaşsaydı, yahut onun vefatından sonra yerine geçen kimseden, özel talebesinden, yahut onunla yakınlığı olan başka birinden sorsaydı, daha uygun olmaz mıydı?
Sizin Merhum Mevlânâ ile hiçbir ilginiz yok ki, onun çelişkili ifadelerinin birbirine uyumluluğunu sağlama sorumluluğu üzerinize düşsün de ona cevap verme zorunda olasınız. Bu meseleden dolayı size olan düşüncelerimde herhangi bir değişiklik olmuş değil. Hiçbir yanlış düşünceye de kapılmadım. Ne var ki, bazıları soru soran kişinin hayali olduğunu, böyle bir cevabı yayınlamak için uydurma bir soru ortaya atıldığım ve bunu gerçekten soran biri varmış gibi gösterildiğini iddia ediyorlar. Merhum Mevlânâ'nın sözlerinden çıkardığınız mânâlara ve yaptığınız tenkitlere bakarak, sizin hiç de bulunduğunuz mevkiye yakışmayacak bir tavır sergilediğinizi düşünüyorum. Hangi alim olursa olsun, sizin ifadelerinize karşı da bu tarz bir ifade kullanılacak olursa, haklı olarak şikayete sebep olur, insaf ve vicdan buna karşı çıkmayı gerektirir. Bu bakımdan, ben sizden de şikayet etmeyi haklı ve size karşı çıkmayı insaf ve vicdanın gereği kabul ediyorum. Gerçek şu ki, siz böyle bir cevap yayınlayarak dini bakımdan faydalı hiçbir iş yapmadınız. Dini hakim kılma merhalesini yaklaştırmada da bunun hiçbir tesiri yoktur. Hatta, bu cevaptan dolayı, sizinle olan ve çalışmalarınızı büyük bir dini gayret kabul ederek, görüş veya çalışma bakımından size katılan yüzlerce değil, binlerce insanın gönlü kırılmış, kalbi rencide olmuştur. Siz, isterseniz buna kör bir bağlılık deyin veya daha başka bir şey deyin. Ama şu bir gerçek ki, Hüseyin Ahmed Medenî Hazretlerinin sevgisi, ona olan bağlılık, bütün alimlerin, dindar tabakanın kalplerinin derinliklerinde yerleşmiştir. Onun herhangi bir görüşünü veya fetvasını, herhangi bir sebepten dolayı, bazılarının kabul etmemesi mümkündür. Ama onun şanına yakışmayan, hakaret ve küçültme ifade eden kelimeler yazılır veya söylenirse, buna tahammül etmek çok zordur.
Şimdi, o vefat ettiğine göre, ortaya dökülmesi gerekmeyen ve ortaya dökülüp yayılması ile dine zerre kadar faydası olmayan sözlerle, lüzumsuz yere neden yeni bir savaş alanı ortaya çıkaralım. Mevcut nazik şartlar içinde, gelmekte olan seçimlerin önemini hissederek, zâtı âliniz de "önemsenecek olan şey, önemli olan şeydir" prensibine göre ve mantıklı hareketle davranarak diğer pek çok meselede değişiklik yapılması gerektiğini hissettiniz. Öyle olması da gerekliydi. Bu günlerde ulema-ı kiramın tahrik edilmemesi, onlardan bazıları haksızlık da yapsa, dil de uzatsa, intikamcı davranış gösterilmemesi, bu mantıklı hareket prensibine girmez mi? Bütün samimi duygularımla diyorum ki; sizlerin, küçük büyük bütün suçlamalar karşısında sükut etmeniz, alicenaplık göstermeniz, dini bakımdan çok daha faydalıdır. Cemaat-i İslâmi'nin ağırbaşlılığı da bunu gerektirir. Söz çok uzadı, demek istediğimizi kısa bir işaretle de anlayabilirdiniz. Bu mesele üzerinde mutlaka düşününüz. Kötü etkilerini gidermek için güzel bir yol bulmaya çalışınız. Alimlerin sizin hakkınızda yaptığı itirazlara biz gece gündüz cevap vermek zorunda kalıyoruz. Ben resmen size bağlı olmadığım halde, insanların gözünde "katı Mevdûdîci"yim. Onların itirazlarına karşı durmadan sizi savunuyorum, ama bu son çıkan yazınıza biri itiraz ederse, ona verebilecek hiçbir cevabım yok. Sizin hakkınızda ileri geri söylenenlere tahammül etmek de zor oluyor. Çünkü, bu söylentilerin Cemaat-i İslâmî hareketini ve dolayısıyla da dini hayata hakim kılma mücadelesini hedef aldığını düşünüyor, öyle kabul ediyorum. Çok kıymetli vaktinizi bu dağınık sözlerle harcadım, ama Allah vere de bundan iyi bir sonuç elde edile.
CEVAP: Merhum Mevlânâ Hüseyin Ahmed Medenî'ye olan bağlılığınızı biliyorum. Ve bu derin bağlılığa rağmen bana ve Cemaat-i İslâmi'ye olan ilginizi, sizin insaflılığınıza, hakka olan bağlılığınıza açık bir delil kabul ediyorum. Buna değer verilmezse zulüm olur, haksızlık olur. Fakat "Resâil ve Mesâil" köşemizde, "Nakş-ı Hayat"ın bazı ifadeleri hakkında bir zat ile yaptığımız yazışmaların yayınlanmasına karşı çıkışınızı ben anlayamadım. Eğer bizzat kendiniz de Mevlânâ Hüseyin Ahmed'e derin saygıdan bir ara sıyrılarak tekrar bu meselede düşünür, bir muhakemede bulunursanız, ümit ediyorum ki, siz de yaptığınız o itirazlarda hiçbir mantıklılık bulmayacaksınız.
"Nakş-ı Hayat"ın 2. cildinin konu edilen ibarelerini herkesten önce siz, Mevlânâ'nın kitabında tam bir fikir akışı içinde inceleyiniz. İfadeyi aşağıya alıyorum:
1. Bu hareketin kurucusu ve başı olan Seyyyid Ahmed Şehid Hazretlerinin yardım talep etmek için Gualyar eyaleti başvezirine gönderdiği, mektubunda -ki onu biz ileride olduğu gibi zikredeceğiz- net ve açık olarak şöyle demiştir: "Maksadımız Hindistan'ı bu yabancı milletin (İngilizlerin) kötülüklerinden, pisliklerinden temizlemektir. Ondan sonra hindularla müslümanlar birleşerek, hükümdarlık için kimi uygun görürlerse seçsinler."
13. ve 14. sayfalarda Mevlânâ Ahmed, Seyyid Ahmed Şehid'in yukarıda zikredilen mektubunu nakletmiştir. Ama o mektupta altı çizili cümleler mevcut değil. O mektupta bu cümlelerin aksine şöyle yazılmıştır. "Bu zayıf insanları üst kademedeki idarecilerin takdir etmelerini arzu eder, İslâm'a hizmeti cam gönülden yapmalarını ve memleketin idaresine geçmelerini dileriz."
2. "Buna ek olarak, bir zümrenin itimadını elde etmek için devlet makam ve mevkilerinin kapılarını kendi zümrendeki insanlara açık tuttuğun gibi, o zümreye de açık tutmak son derece gereklidir. Memleket meselelerinde ve idari meselelerde herhangi bir türden dargörüşlülük gösterilmemelidir."
3. "Padişah Evrengzib Alemgir'in vefatından sonra ülke ve idarede çöküş başladı, durum her geçen gün daha da kötüye gitti. O zaman alimler durumu düzeltmeye çalıştılar. Onların amacı; ülkenin huzurunu, emniyet ve düzenini, huzur ve sükununu sağlamak, haksızlık ve kötülüklerin kökünü kazımak, Allah'ın kullarının genel refah ve saadetini temin etmekti. Devletin, müslümanların veya müslüman olmayanların elinde olması onlar için hiç önemli değildi. Onlar sadece, devlet kimin elinde olursa olsun fakat insaflı, adaletli hareket etsin istiyorlardı."
4. "Şah Abdülaziz'in yukarıda geçen fetvasında iki mesele özellikle üzerinde durulmaya değer... Şah Abdülaziz Hazretleri bir memleketin Dâr'ül İslâm olması için orada sadece müslümanların yerleşmiş olmasını yeterli görmemekte, bilakis Dâr'ul İslâm olabilmesi için orada müslümanların şerefli bir şekilde yaşamalarını ve onların dini yaşayışlarına saygı gösterilmesini de şart kabul etmektedir. Bundan anlaşılıyor ki, eğer bir memlekette siyasi iktidar bir gayri müslim topluluğun elinde, müslümanlar da mutlak surette o iktidara ortak bulunuyorsa ve onların din, mezhep prensiplerine saygı gösteriliyorsa, o zaman o memleket Şah Abdülaziz Hazretlerine göre, şüphesiz ki Dâr'ul islâm olur."
Mevlânâ Hüseyin Ahmed altıncı ve yedinci sayfalarda naklettiği Şah Abdülaziz Hazretlerinin fetvalarına ters mânâ vermekte, onlarda bildirilenleri tersine çevirmektedir. Bu fetvalarda Şah Abdülaziz şöyle buyuruyor: "Bir yerde müslümanlarm imamının (devlet başkanı, halifesi) kararlan geçmiyor, emri yürümüyor da kâfirlerin hükmü geçiyorsa, orada bazı İslâm hükümlerinden uzaklaşılması kaçınılmazdır. Sadece, cuma ve bayram namazlarının kılınıyor olması, ezan okumaya ve inekleri kurban kesmeye müsaade edilmiş olması, böyle bölgeleri Dâr'ul İslâm yapamaz."
5. "Şüphesiz Seyyid Ahmed Şehid, yer yer i'layı kelimetullah'ı ve Alemlerin Rabbi'nin dinine hizmeti zikretmekte ve bunu çalışma ve cihadının itici gücü, sebebi, kaynağı olarak bildirmektedir. Ama o çok iyi biliyordu ki, ilayı kelimetullah'ın amacı sadece bir zümrenin hakimiyetine dayanan bir devlet kurulması, kendisinin hâkim olarak diğer vatandaşların kendisine mahkûm edilmesi değil, bilakis bunun en etkili yolunun vatandaşları siyasi iktidarda kendine ortak yaparak İslâm'ın ahlâkî üstünlükleriyle onların kalplerinin fethedilmesidir."
Birinci maddede geçen ifadelerin Mevlânâ Hüseyin Ahmed'e ait olduğunda hiçbir şüpheye yer yoktur. Çünkü ondan önce ve sonra hiçbir alâmet ve işaret yoktur ki, bundan dolayı o sözlerin başkasına ait ifadelerden alındığı ihtimali olsun. Altıncı sayfada Mevlânâ, el-Burhan adında bir dergiden bir alıntıyı nakletmiş. Yazışmanın bilinen kaidelerini terkederek iki taraftaki haşiyeyi bırakmış, ana metnin yazısından daha ince bir kalem yazısı ile yazılmış olan o alıntıyla yetinmiştir. Bu alıntı yedinci sayfanın ilk üç satırında son bulmaktadır. Bundan sonra aralıksız yedinci sayfadan on altıncı sayfaya kadar bütün ifade, metin üslubunda sürmekte ve içinde yer yer başka kitaplardan alıntılar atıflarıyla birlikte nakledilmektedir. Bizde geçerli bilinen yazı kaidesine göre o sayfalardaki ibareleri okuyan herkes, kesinlikle onları metne ait ifadeler kabul edecektir, On altıncı sayfanın ilk paragrafı biter bitmez, birden önümüze yine atıf (el-Burhan, II / 21, 74-87) çıkmaktadır.
El-Burhan'dan nakledilen bu ibarenin nereden başladığı hiç anlaşılmamaktadır. Bu atıf sadece uzun bir yazıdan Özet olarak alınması muhtemel olan 5 nolu ibare ile ilgili olabilir. 2, 3,4 nolu ibarelerin de el-Burhan'dan nakledilmiş olma ihtimali var. Bu el-Burhan'ın hangi dergi olduğunu bilmiyoruz. Dergide çıkmakta olan Burhan dergisi kastedilmiş olamaz. Çünkü onun adı el-Burhan değil, Burhan'dır. Bu bakımdan kaynağın aslına başvurup incelemek imkansız. Eğer sayfa 6'dan 16'ya kadar olan yazının hepsini el-Burhan dergisine ait kabul etsek, o zaman ondan önce ve sonra Mevlânâ'nın söylediklerine bakarak, Mevlânâ'nın delilli, belgeli olarak anlattıklarının hepsini istişhad olarak nakletmiş, kinaye ve işaret olarak bile hiçbir bölümü ile ihtilaf etmemiştir diye kabul etmemiz gerekecektir. Bir kimse kendi anlattıklarını pekiştirmek için başka birinin ifadesini nakleder de o ifadenin bir parçasına olsun muhalefet şerhi koymadan olduğu gibi vesika olarak kullanırsa, o zaman kesinlikle bundan şu anlaşılır: Bu kimse naklettiği o sözün sahibi ile aynı düşüncededir. Kelimelerde ve sözlerde değilse de mânâ ve düşüncede mutlaka onunla uyuşmaktadır. Şimdi biraz o ibarelere kendiniz bakınız. O ibarelerde, normal bir insanın ne demek istediğini anlayamayacağı, yorumlarla değişik mânâlar çıkarabileceği bir incelik ve dolambaçlılık yoktur. Açık bir dille söylenenler işte şunlardır:
a. Hangi ülkede müslümanlarla müslüman olmayanlar karışık vaziyette bulunuyorsa, orada bir İslâm devleti kurmak uygunsuz bir iştir. Çünkü bu, "ayırımcı bir devlet" olacaktır. Ve eğer müslümanlar o ülkeye hâkim olarak diğer vatandaşları kendi emirlerine alırlarsa, bu adalet ve insafa aykırı olur. Öyle memleketlerde en iyi hareket tarzı, müslümanlarla müslüman olmayanların ortak hükümet kurmalarıdır. İşte bu, i'layı kelimetullah'ın da en etkili yoludur.
b. Bir memleketin Dar'ul İslâm olması için o memlekette İslâm hükümlerinin uygulanması ve devletin müslümanların elinde olması şart değildir. Devlet ve hükümet müslümanların elinde olmasa bile, müslümanlar da bütünüyle iktidara ortaklarsa ve dini prensiplerine saygı gösteriliyorsa, o zaman o memleket Dâr'ul İslâm olabilir.
c. Eğer devlet müslümanların elinde ise, devletin bütün mevkileri ve yetkileri müslüman olmayanlara da açık tutulmalıdır. Bu bizzat Kur'ân-ı Kerim'in talimatıdır. Böyle yapmamak adalete, eşitliğe aykırıdır.
d- Önceki iki-iki buçuk asır içinde alimlerimiz, mübarek kişilerimiz, büyük Hint yarımadasında gidişatı düzeltmek, ahvali ıslah etmek için yaptıkları bütün çalışma ve uğraşmalarda, bu memlekette İslâm devleti kurmak gibi bir amaç gütmemişlerdi. Onlar için önemli olan, devlete hâkim olanların müslüman olup olmamaları değil; devletin iyi olmasıydı.
e. Seyyid Ahmet Şehid ve Şah İsmail Şehid Hazretlerinin yürüttükleri mücadelenin amacı da bir İslâm devleti kurmak değildi. Onlar sadece, İngilizleri ülkeden çıkartmak için ayağa kalkmışlardı. Bu işi başardıktan sonra, onların hedefi, müslümanları ve hinduları birleştirerek ortak bir devlet kurmaktı.
Merhum Mevlânâ Hüseyin Ahmed dikkati çekilmesine rağmen, iki no'lu sözler hakkında sadece Hindistan'ın mevcut idaresine Dâr'ul İslâm tabirini kullanmadığı açıklamasını yapmıştır. Beş no'lu ifadeler hakkında da sadece şu açıklamayı getirdi: Ona göre, Seyyid Ahmed Şehid'in amacı laik bir devlet kurmak değildi. Fakat siz, bu açıklamalarla daha önce söylediği sözlerin muhtevasında en küçük bir değişiklik yapmadığını ve yukarıda geçen beşinci maddede anlattıklarında da asla bir düzeltmeye gitmediğini görebiliyorsunuz. Sözündeki her düşünce şöyle veya böyle yerini koruyor. O sözlerden her biri, İslâm ve müslümanlar için öldürücü bir zehirdir. Onların zehirleyici etkisi sadece Hindistan müslü-manlanyla sınırlı kalmamakta, Pakistan'a bile ulaşmaktadır. Burada da Mevlânâ Ahmed'in talebesi müridi veya hürmetkarı olan yahut din konusunda onun bilgisine itimat eden pek çok kimse etkilenecektir. Bu düşüncelerin tesiri altında kalarak onları kabul edenlerin görüş açısı ise mutlaka şöyle olacaktır: "Pakistan'da İslâm devleti kurmak yanlıştır. Doğru olan, müslümanlarla, müslüman olmayanların ortak devlet kurmalarıdır." O kimselerin kafasında Dâr'ul İslâm hakkında tamamen yanlış bir tarif yerleşecek, müsamahakâr, lâdinî devleti de rahatlıkla Dâr'ul İslâm kabul edecek ve artık, hâlis bir İslâm devleti kurmak için gönlünde hiçbir özlem kalmayacaktır.
O, yakın geçmişin bütün İslâmî hareketleri hakkında da tamamen yanlış bir kanaat edinecek ve o dönemde bizim bütün din önderlerimiz, İslâm devleti kurma yerine, prensip olarak aynı ona benzer ortak hindu-müslüman hükümeti kurmak istiyorlardı diyecektir. Önceki İslâm mücahidleri de Hindistan'ın Kongre Partisi mensuplarının kurdukları gibi ve Pakistan Kongre Partisi'nin, Avami Partisi'nin, Halk Partisi'nin ve Milli Avami Partisinin kurmak istedikleri gibi bir devlet kurmak istemişlerdi düşüncesine saplanacaktır. Daha tehlikelisi, bu görüşe varan kimselerin şöyle bir tereddüde, düşünce çıkmazına yakalanmaktan kurtulabilmeleri çok zor olacak ve eğer gerçekte adalet ve insaf, müslümanlarla, müslüman olmayanların ortak ülkesinde ayırımcı bir devlet kurulmamasını gerektiriyorsa, o zaman neden Hz. Peygamber ve Raşid Halifeler danışma meclisinde müslüman olmayan bir tek kişinin bile yer almadığı, idaresinde müslüman olmayan hiçbir hâkimin, genel valinin, memurun, komutanın bulunmadığı, müslüman olmayanların zimmî yapılarak kendilerine cizye konduğu, kendisinde hakiki İslâm anayasasının ve kanunlarının uygulandığı ve idari düzeninin politikasını belirlemede hiçbir gayr-i müslimin dahlinin olmadığı ayırımcı bir devlet idaresi kurmuştu diyecektir. Nihayet, hangi delille bu adalet kabul edilecek? İ'layi kelimetullah'm başta gelen yolu mu, yoksa tercih edilen yolu mu? Bizim için Hz. peygam-ber (sallallâhu aleyhi ve sellem)'in ve Raşid Halifelerin kurduğu devlet mi, yoksa Mevlânâ Hüseyin Ahrned'in "Nakş-ı Hayat"ta örnek olarak ileri sürdüğü Moğol devleti mi ölçü olacaktır?
İşte sizin benden üzerinde durmamamı ve kendileri hakkında susmamı istediğiniz sözler bunlardır. Tek başınıza bulunduğunuz bir sırada, sadece Allah için, kendi vicdanınızdan sizin benden istediğiniz bu şey gerçekten hakkaniyete uygun mudur diye sormanızı istiyorum. Bu isteğinizde din ve dinin menfaatine göre, hocanızın ve grubunuzun durumu size daha kıymetli olmadı mı? İleri sürdüğünüz sebepler ve delillerden hiçbirinde bizzat kendiniz bir ağırlık, ölçülülük buluyor musunuz?
Medenî Hazretleri öldüğüne göre, böyle sözler söylemeniz yersizdi diyorsunuz. Fakat bu, ancak anlatılan zâtın kişisel kusurları üzerinde söz söylenirse doğru olur. Böyle bir sözü kim söylerse söylesin, onu kötülemekte size ben de katılırım. Ama dini veya içtimai meselelerde bir kimsenin görüşleri üzerinde bir şey söylememek için onun ölmüş olması bir delil ve sebep olamaz. Şüphesiz o ölmüştür, ama onun düşünceleri yayıldığı biçimde durmaktadır, duracaktır da. Hem de insanların düşüncesine tesir etmeye devam edecektir. Bu görüşler üzerinde, onu ileri süren kimse bu dünyadan göçüp gitmiştir diye delil göstererek inceleme yapmayı, doğru ve yanlışını tartışmayı yersiz görürseniz -kaldı ki durum Hüseyin Ahmed Medenî'ye özgü değildir-, o zaman vefat eden kimselerin yaptıkları hizmetleri anlatmamamız ve geçmişte yaşamış insanların yanlış düşüncelerinin yayılmasına da kapıları açık tutmamız gerekir.
Merhum Mevlânâ'nın sözleri ile ilgili olarak sizden cevap bekleyen kimsenin sorularına cevap vermek zorunda değildiniz, ona cevap vermenize ne gerek vardı, diyorsunuz. Size sorarım: Eğer Mevlânâ Hüseyin Ahmed'den başka bir kimsenin hak yoldan saptıran yanlış düşüncelerinden dolayı perişan olan biri benden bilgi isteseydi, ben de ona verdiğim cevapta o düşünceleri reddedip, onu ve diğer insanları o yanlış düşüncelerden kurtarmaya çalışmış olsaydım, o zaman da siz bana şu söylediğiniz sözleri söyler miydiniz? Bu sorumun cevabını bana verme yerine, kendi vicdanınıza veriniz. Bu özel meselede, genel kurallara aykırı olarak tercih ettiğiniz farklı hareket tarzının asıl etkeni hangi duygudur, bir düşününüz. Acaba o, Allah için ve Allah yolunda hoş bir duygu mudur, yoksa Allah'ın tertemiz dinine göre hiçbir zaman hoş olmayan bir grupçuluğun, kendi taraftarlığının ayıbına farkına varmadan katılmak" mıdır?
Sizin bir deliliniz de, Medenî Hazretlerinin sevgi ve saygısının bütün alimlerin ve dindar tabakanın kalbinin derinliklerine yerleşmiş olması hasebiyle, onun düşüncelerini tenkit etmek bu insanlara ağır geleceğinden benim bu işi yapmamam gerektiğidir. Çünkü, benim tenkidimden dolayı, a insanlar beni ve cemaatimi desteklemekten yüzçevireceklerdir. Ben bu sözünüze şu kadarcık bir cevap vermeyi yeterli kabul ediyorum: Benim ve Cemaat-i İslâmi'nin bu davasını, benim ve cemaatimin şahsi bir işi kabul eden ve bir lütuf olarak elleri bağlı karşımızda duran herkes büyük günahkârdır. Çünkü, din adına ticaret yapmak ve bu ticarette ortak olmak en adi ticarettir. Bundan daha çok zarar ettiren alış-veriş yoktur. Bugüne kadar bizi bu düşünceyle destekleyen olmuşsa, şimdi o tevbe etmeli ve derhal bu destekten elini çekmelidir. Ama eğer biri, bizim bu çalışmamızı ve davamızı sadece Allah için bir din hizmeti kabul ederek destekliyorsa, onunla bizim aramızda olan herşey katışıksız hakka bağlılık temeli üzerinde olacaktır. Ne biz ondan hakka aykırı bir dilekte bulunabiliriz, ne de o bizden hakka aykırı bir dilekte bulunabilir. Eğer birinin elinde "her kim ki, dini düşünce ve prensiplere karşı ters bir iş yaparsa, onu bertaraf ediniz. Yalnız, bu işi bizim efendilerimizden biri yaparsa ona çıt çıkarmayınız" şeklindeki bir istek için herhangi bir delil ve bu isteği haklı gösterecek herhangi bir ispat tarzı varsa, lütfen bunu ortaya koysun da Kur'an-ı Kerim'de, Hadis'te veya selef-i salihîn'in örneklerinde bu delilin bir değerinin olup olmadığını biz de görelim. Eğer elinde böyle bir delil yoksa, açıkça söyleyelim ki, biz onun bu isteğini kabul etmeye hazır değiliz. Allah'ın dinine hizmet için bu tür şartlarla bize katılanlar bizim için güçlenme vasıtası değillerdir. Bu türden şartlarla bize katılanlar bizim güçlenmemize değil, zayıflamamıza sebebiyet verirler. Öyle kimseler dünyada hiçbir zaman hakkı ayakta tutamazlar. O tür insanların hepsi birden bizi desteklemekten el çekmiş olurlarsa, Allah'a şükrederiz.
Siz, tekrar tekrar, benim Medenî Hazretlerinin ifadelerini tenkitte çok ağır ve kırıcı bir üslup kullanmamdan şikayet ediyor, çok alt seviyeye indiğimi ileri sürüyorsunuz. Kabul etmek gerekir ki, böyle durumlarda her bağlı insanın kırgınlığı mutlaka olur. Çünkü, çok sevdiği bir zâtın düşünceleri, görüşleri reddedilmiştir. Bu şey kendi başına üzücüdür. Bu bakımdan, eğer siz bu durumdan şikayet ederseniz, ben onu telafi edemem. Ama eğer bunun dışında benim yazılarımda gözünüze çarpan, herkes tarafından bilindiği ölçüde gerçekten kırıcı denebilecek birşey varsa, gösterirseniz, özür dilemekte zerre kadar tereddüt etmem. Bu konuda şunu iyice anlayınız ki, büyükleriniz hakkında talebe ve mürid ağzı kullanmak şüphesiz sizler için doğrudur ve öyle yapmanız da gerekir. Ama dünyadaki herkesin sizin büyükleriniz karşısında talebelerinin ve müridlerinin yaptığı gibi acz ve edeple kafayı yere eğmelerini isteyemezsiniz. Siz, kendi zümreniz arasında diğer zümrelerin büyükleriyle ihtilafa düştüğünüzde kullandığınız en iyi üslupları ölçü kabul edip bakınız da şikayet ettiğiniz o iki yazımdaki üslup hakikaten şikayet edilecek derecede midir, görünüz.
Siz, kinayeli olarak, benim Mevlânâ Hüseyin Ahmed'in kitabından ibareler nakletmekte ve onlardan bir takım sonuçlar çıkarmakta, bazı hocaefendilerin bana karşı davrandıkları gibi davrandığımı ima ediyorsunuz. Sizin bu hatırlatmanızdan sonra, bir kere daha "Nakş-ı Hayat"ı okuyarak, gerçekten ben öyle sözü saptıran bir ifade kullandım mı diye iyice inceleyip, baktım. Ama Allah şahit ki, öyle bir şey göremedim. Eğer açıkça bana gösterir de üstadın hangi sözlerini tahrif ettiğimi bildirirseniz, size minnettar olurum. Onun sözlerinden anlaşılan mânâdan başka bir mânâ çıkarttığımı, bir yakıştırma yaptığımı ispat ederseniz, hatamı kabul etmekte ve özür dilemekte zerre kadar tereddüt etmem.
Üstadın o ifadelerini tenkitte intikam duygusuyla hareket ettiğimi düşündüğünüzü de söylüyorsunuz. Böyle bir su-i zanda bulunuyorsanız, bulununuz. Ama Allah katında, başkalarının zan ve düşüncesinden dolayı değil, kendi zan ve niyetinizden dolayı sorgulanacaksınız. Bana göre, din adına kişisel sevgi veya nefret için yahut nefsânî duygular veya maksatlar için bir iş yapmak, en adi sahtekârlıktır. Bundan ben Allah'a sığınırım. Gerçek şu ki, Mevlânâ Hüseyin ve onun idaresi altındaki Diyobend İslâm Külliyesinin siyasetini, özel bir eğitim yuvası olarak, senelerdir takip ediyorum. Takip edilen siyasetin yanlışlığına bütün kalbimle inandım ve bu yanlışlığı da her yerde söyledim. Diyobend Külliyesi'nin bu siyaseti destekleme uğrunda yaptığı İslâm'a ve İslâm tarihine ait yorumlar bana göre son derece yanlış, İslâm ve müslümanlar için son derece zararlıdır. Benim kesin görüşüm, iyice araştırıp inceleyip vardığım kanaatim, hiç tereddüt göstermediğim düşüncem şu ki: İngiliz döneminin başlaması üzerine Sir Seyyid Ahmed Şehid'in okulunun aldığı yeri ne talihsizliktir ki, hindu döneminin gelmesi ile Diyobend'in Hüseyin Ahmed Külliyesi almıştır. Hatta, çok daha yazıklar olsun ki, ondan daha da ileri giderek hindularla aynı çizgide yer almıştır. Bu kanaatimin temelini oluşturan şey, sadece "Nakş-ı Hayat"ın bir kaç cümlesi değil; o külliyenin on beş-yirmi senelik mazisinde ortaya koyduğu davranışları, hareketleri, işleridir.
Ahmed Medenî'nin bazı hürmetkarlarının, soruyu soran kişinin tamamen hayâli olduğu, bu tarzla o tür cevapların yayılmasına imkân hazırlandığı kanaatinde bulunduklarını da yazmışsınız. Diğer bir ifade ile, onlar şunu demek istiyorlar: Aslında hiçbir kimse bana Ahmed Medenînin sözleri hakkında hiçbir mektup yazmadı. Ben kendiliğimden, ona saldırayım diye, böyle bir mektubu ve yazışmayı icad ettim. Bir gerçek olarak bunun cevabı, mektup ve yazışmanın aslının yazıhanemde muhafaza edildiği ve mektubu yazan zâtın da Hindistan'da bulunup, hayatta olduğudur. Ne zaman isterseniz, o mektupları görebilir, yazanın kendisinden de onu tasdik ettirebilirsiniz. Böyle bir zannın ahlâkî yönüne gelince: Böyle bir düşünceyi kendi kendine ortaya çıkaranlar, kafalarım önlerine eğerek düşünsünler ve Merhum Mevlânâ Hüseyin Ahmed'in sohbetinin feyziyle elde ettikleri nefis arınmasını ve ahlâk terbiyesini muhakeme etsinler.
Kendi zümrenizin insanları meselesinde gelince: Onların duygulan o kadar hassas, o kadar nazik ki, açık hatalarına rağmen hiçbir tenkide tahammül edecek durumda değiller, ama başkalarının din ve ahlâkına yapılan her hücum, onlara göre tamamen mubahtır. Hatta, kendi içlerinden hayâli bir suçlama düzenleyerek, karşılarındakinin başına sarabilirler. Daha başka ben ne diyeyim. Allah o zatlara hakiki takvayı lütfetsin, ki o takva sebebiyle insan, ağzından bir söz çıkarmadan önce Allah'a ne cevap vereceğini düşünür.
Bugün | 224 |
Toplam | 247224 |
En Çok | 1094 |
Ortalama | 295 |